Monday 27 June 2011

Yoksulların isyan ateşinde devlete yakıcı bir mesaj

Richard Pithouse, Sendika

28 Temmuz 2009

Du Noon, Diepsloot, Dinokana, Khayelitsha, KwaZakhele, Masiphumelele, Lindelani, Piet Retief ve Samora Machel kasabaları. Seçim döneminde verilen kısa bir aradan sonra, kesilen yollara, yakılmış polis araçlarına ve göz yaşartıcı gaza, plastik mermilere ve kitlesel tutuklamalara geri döndük. Sadece bu ay içinde, KwaZahhele’de bir kız başından vuruldu, Piet Retief’de üç kişi vurularak öldürüldü ve Khayetlitsha’da vurulan bir adam yaşama savaşı veriyor.

Polisin elinden çıkan tek bir ölümün bile halkın, devletin otoritesini kabul etmesini sağlayan sözleşmeyi paramparça edebildiği birçok ülke var. Ama burası Yunanistan değil. Burada siyah yoksulların hayatlarına verilen önem, önemsizle hiç arasında gidip gelir. Polis tarafından öldürülen ya da yaralanan protestocuların kaderi, seçkinlerin kamusal alanına intikal ettiğinde bile ölenler genellikle isimsiz kalmaya devam ederler.

Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Thabo Mbeki iktidarında olduğu gibi Jacop Zuma iktidarında da yeni halk isyanı dalgasına soylulara yaraşır aynı ilgisizlikle yanıt veriyor. Halkın gerçekten sağlam bir nedeni olmadan, geleneksel olarak bizimki kadar vahşi bir polisin mevcut olduğu bir ülkede sokaklara çıkmayacağını anlamazlıktan geliyor. Hukuk ve nizam hakkındaki hükümet beyanları, “anarşiye” karşı sıfır hoşgörü gösterileceğine dair vaatleri ve tehditleri içeren içi boş söylemler, yalnızca devletle halkın açık isyan içindeki kesimleri arasındaki mesafeyi artırıyor.

Halkın hoşnutsuzluğuyla karşı karşıya kalan her devletin iki tercihi vardır: baskı ya da uzlaşma. Devlet, olağan bir yönetim biçimi olarak kendi halkının üzerine ateş açmaktan kaçınmayı arzu ettiğinde, halk isyanıyla uzlaşmanın ilk adımı, halkın, onu devletle karşı karşıya bırakan popüler deneyimi ile popüler moral durum arasındaki uyumsuzluğu anlamaya çalışmaktır.

Seçkinlerin beş yıldır süren kent isyanına yönelik yaklaşımı, protestoları az çok biteviye biçimde “kamusal hizmet sunumu protestoları” olarak adlandırmaktır. Bu etiket uzmanların akılcı kalkınma çözümlerini yukarıdan aşağıya dayattıkları pürüzsüz ve politika-sonrası bir kalkınma alanı hakkındaki teknokrat fantezilerine bayılan seçkinlere pek güzel yakışmaktadır. Bir kez protestoların “kamusal hizmet sunumu” talepleri hakkında olduğuna karar verildikten sonra, bu protestolar güvenle bu modelin kendisine yönelik bir meydan okumadan çok mevcut model içinde daha etkin hizmet sunumu talepleri olarak adlandırılabilir. Elbette gerçekleştirilen protestoların önemli bir bölümü mevcut kalkınma paradigması dâhilinde sunulan kamusal hizmetlerle ilgili olarak örgütlenmektedir ve bu yüzden bu adlandırmanın belirli bir değere sahip olduğu kimi örnekler mevcuttur. Ancak bu protestoları adlandırmak için otomatik olarak kullanılan “kamusal hizmet protestoları” terimi bunların apartheid sonrası kalkınma modeline karşı dolaysız bir meydan okuma oluşturdukları gerçeğini ortaya çıkarmaktan çok gizlemeye hizmet etmektedir.

Barınma hakkıyla ilgili tartışmalar devletle halk arasındaki gerilimin başlıca nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Devlet konut kıtlığının belirtilerinden birisini oluşturduğu kentsel krizi basit bir konut darlığı sorununa indirgemeye çalışmakta ve gelişmeyi konut sayısı ya da “sağladığı” “konut fırsatları” ile ölçmeye çalışmaktadır. Ancak protestoların arkasında yatan en yaygın nedenlerden birisi merkeze yakın gecekonduların çevredeki konut geliştirme alanlarına ya da “geçiş kamplarına” zorla sürülmesinin açıkçan reddedilmesidir. Bir başka ortak neden halkı yeniden yerleştirmeye ikna etmek için gecekondu yerleşimlerinin temel hizmetlerin sunulmasından mahrum edilmesidir. Üstelik devlet “konut sunumu” hedeflerine ulaşmak için genellikle kendi yasalarını ve politikalarını çiğnemekte, konutları sadece mülk sahiplerine sunmakta ve bu da gecekondularda kiracı olarak oturanların “kalkınma geldiğinde” yasadışı biçimde evsiz bırakılmasıyla sonuçlanmaktadır.

Bu durumda zora dayalı yıkımlara ve insanları evsiz bırakan konut geliştirme projelerine karşı yükselen protestoların etkin hizmet “sunumu” ile ilgili olduğunu varsaymak mümkün değildir. Tersine, bu protestoların çok daha içermeci bir kalkınma modeline yönelik talepleri yansıttığını düşünmek çok daha verimli olur; bu talep kentlerdeki yoksul insanların ve bütün yoksul insanların dâhil olduğu kalkınma projeleri olmak üzere ikili bir dâhil edilme talebidir.

Devlet kendisine “hizmet sunma” vaadinde bulunduğu insanlarla gerçekten ciddi bir uzlaşma içine girecekse, bu tür sorunlar çözümlenmek zorundadır. Ancak gerçeklik devletin çoğunlukla herhangi bir anlamlı uzlaşma içermeyen kalkınma projelerini halka dayatmasıdır. Bunun nedenlerinden birisi “sunum hedeflerine” acilen ulaşma basıncıdır ki bu basınç eski barınma bakanı Lindiwe Sisulu’nun gecekonduları “2014’e kadar” ortadan kaldırma biçimindeki çılgınca ve tehlikeli fantezisi sayesinde daha da ağırlaşmıştır.

Devletin yoksul insanlarla uzlaşmayı becerememesinin bir başka nedeni müzakere yaptığında aynı zamanda bunu kalkınma projelerinden gerçekten olumsuz biçimde etkilenen insanlar adına oluşturulmuş komitelerin yerine ANC’nin yerel komitelerini ikame etmeye çalışarak yapmasıdır. Oysa birçok bölgede bu komiteler, yoksul halktan çok farklı çıkarlara sahip olan yerel seçkinlerin çıkarlarını yansıtmaktadır. Üstelik bu yerel seçkinler açısından kendi politik ve kişisel amaçları uğruna kalkınma projelerinin yolsuzluk zemini haline getirilmesi denetim sağlama girişimlerinin kesinlikte tipik bir parçasıdır. Bu komitelerin temsilcileri açısından aşağıdaki kitleleri şiddetle tehdit etmek de hiç alışılmamış bir durum değildir. Bu yerel temsilciler yerel polisi yolsuzluk eleştirilerini yükseltenleri tutuklamaları için yönlendirebilmektedir.

Bu yüzden bu komite temsilcilerinin de mevcut isyan dalgasının bir hedefini oluşturması şaşırtıcı değildir.

Yerel bir topluluk kendisini temsil eden yerel yöneticilerin kendi çıkarlarına düşman olduğunu anladığında, devletle uzlaşma alternatifini de yitirmektedir. Resmi kamusal katılım kanallarını kullanma girişimleri de genellikle herkesin sürekli olarak toplantı halinde olduğu bürokratik dünyanın katı duvarları kadar başarısız olmaktadır. Nazik bir dille dile getirilen taleplere öfkeyle yanıt verilmektedir. “Haddinizi bilin” tutumu son derece yaygındır. Yoksul toplulukların temsilcilerinin yerel temsilcilerinden biraz daha yüksekteki bir siyasetçiye ulaşabilmeleri mümkün değildir.

Yoksulların siyasetçilerle eşitlik temelinde bir uzlaşmaya ulaşabilmek açısından hiçbir değer taşımadığı bir kast sistemi son derece katı bir gerçekliğe dönüşmüş durumdadır.

Teknokratik çözümlere bayılan uzmanlarla ve kişisel ya da politik ayrıcalıklarının peşindeki yerel temsilcilerle değil de bu projelerden olumsuz biçimde etkilenen halkla kalkınma üzerine açık, dolaysız ve dürüst bir uzlaşmaya varılacaksa, bu biraz daha zaman alan ancak sonuçları çok daha içerici ve halk açısından olumlu olan bir süreç olmalıdır. ANC demokrasi konusunda ciddiyse, yerel politik seçkinlerin özlemleri yerine yoksul toplulukların çok daha zaman alıcı, karmaşık ve dolaysız aracılığına başvurmak zorundadır.

Protesto dalgasının arkasındaki moral ekonominin kalbi yoksulların da içinde yaşadıkları toplumda bir değer ifade ettikleri düşüncesidir. Bu düşünce belgeleri olsun ya da olmasın her yurttaşın önemli olduğu anlamına gelmektedir ve bunu anlamanın bir yolu, dönüp halkın vatandaş sayılmayan kesimlerinin durumuna bakmaktır. Ancak devlet, gerçek pratikleri içinde kendi gelecekleri konusunda onlara danışarak yoksul halkın onurunu teyit etmediği ve onu kolektif geleceğimizin maddi gelişmelerine dâhil etmediği sürece, isyan sürecektir.

Güney Afrikalı akademisyen ve gecekondu hareketi aktivisti arkadaşımız Richard Pithouse'un yazısının Durban gecekondu hareketi abahlali baseMjondolo'nun sitesindeki İngilizcesi için tıklayın.